Masa
Merakla adım atmaya başlıyorum mutfağa doğru. Annemdir diye düşünmüştüm ben, yanılmışım. Bu benim. Mutfakta anneler intihar eder, kızları odalarında. Ne işim var benim mutfakta? Neden bu küçük, yağlı ve turuncu dolaplı mutfakta? Elleri çamaşır suyu kokan kadınların cinayet mahalidir mutfak, o kadınların kızları ise odalarının dilsiz duvarları içinde öldürürler kendilerini. Ellerimin çamaşır suyu kokmadığına eminim ama kan içindeler. İşte o an, kendimle hiç duymadığım kadar sahici bir gurur duyuyorum.

Kapalıydı telefonu. Ölmüştür belki, bilmiyorum. Belki telefonunun şarjı bitmiştir ve arabasını bir parkın kenarına çekip önce annesine, sonra babasına sonra bir daha annesine ardından annesinin çocuklarına, canını yaktığı bütün kadınlara, sonra anneme, diğer kadınlara, sırf bu yüzden bir daha anneme, emekli maaşına, biten birasına, nihayet kendine ama çokta bana küfrediyordur belki… Dedim ya bilmiyorum. Yalnızca dışarıdan gelen sesleri duyabiliyorum. Yeryüzüne doğru hücum etmeye başlayan onlarca damlanın sesini. Birden aklıma sıradan bir yaz günü geliyor. Sıcağa dayanamayıp buharlaşan su taneciklerini düşünüyorum. Zaten oldum olası tersten düşünmüşümdür hep. Yine de merak ediyorum. Yeryüzüne düşen bir damlaya buharlaşacağını nasıl anlatabilir gökyüzü? Acaba dünyaya yağan su damlaları ile buharlaşan damlaların sayısı denk midir birbirine? Eğer öylelerse sanki birazdan eve gelecekmiş gibi hissediyorum.
Tam da o an bir kadın özgürce sevişiyormuşcasına inliyor gök. İnlerken gök irkiliyorum bir an. Düşünüyorum da hangisi daha çok üzerdi beni? Bir parkın kenarına çektiği içi boş bira kutularıyla dolu arabasında küfürler ederek telefonunu kapatması mı yoksa kendini iyi bir insan gibi hissettiği bir an kalbinin bu ikiyüzlülüğe dayanamayıp durması mı? Hangisine daha çok üzülürdüm, bilmiyorum. Aslında severdim onu. Sadece bir çocuk olduğum üzerine düşünülemeyen o mutluluk dönemlerinde severdim. Kadın olmanın ne demek olduğunu henüz öğrenmediğim o geçici cahiliye dönemimde de severdim. O zamanlar annemi de severdim çünkü sadece o her şeye yetişebilirdi ben çocukken. Yine de en çok babamı severdim. Onunla uyur, yanında soyunur ve öpebildiğim kadar çok öperdim yanaklarını, boynunu ve ellerini. Her ayın kirasından düşerek ödediğimiz sözde hava geçirmeyen yeni penceremizin ardından sokağı gözlerken tabi ki bunların hiçbirini düşünmüyorum. İnsanlar düşünmeden önce yaşarlar çünkü. Pencerenin önünde dikilip sağanağın ezip delemediği kaldırıma bakarken tüm bunları yeniden yaşıyorum.
Düşünüyorum sonra da. Eğer insanlar birazcık şansları varsa yaşananları sonradan düşünebilir ve şansları hiç yoksa günün birinde düşünemedikleri ne varsa mutlaka yazarlar. Ben ikisini de yapıyorum. Artık iyiden iyiye hızlanan yağmurun sesiyle yaptığım diğer şeyleri düşünmeye başlarken annem giriyor odaya. Üzerinde yine aynı telaşın kazağı. Saçları her akşam ki koyusuna bürünmüş, tek farkı bu gece daha beyaz gözleri. Kapıyla dolap arasındaki 5 adımlık mesafeyi yürürken içimden bu kadın 5 sene daha yaşayamaz diye geçiriyorum. Nasıl da hayranım anneme, nasıl acıyorum ona ve ne kadar da çok nefret ediyorum ondan. Hiç konuşmadan elinde tuttuğu bahanesini koyuyor dolaba. Korkuyor biliyorum. Korkusu ya öldüyse diye değil ya bu gece de eve gelmezse diye. Onun için hangisinin en kötü olduğunu öğrendiğim gün sinmeyi de öğrendiğim gündür. Sağ kapağını açtığı dolaba iki havluyu da yerleştirip bana hiç, odaya da şöyle bir bakarak anlamlandıramadığım bakışlarla çıkıyor kapıdan. Ve ben biraz daha siniyorum pencereden sokağa giren arabaları izlerken.
Tam da o an karşı apartmanın 2.katındaki dairenin yola bakan orta penceresinde ki çocuk daha da aşık oluyor bana. Onun gördüğü huzurlu odasının güzel penceresinden yağmura hüzünlenecek kadar romantik bakan güzel bir genç kadın. Sokağa fırlayıp avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum o an! Önünde dikildiğim -bal gibi de hava geçiren- bu lanet pencereden dünyanın bütün pencerelerinin içinden geçmek istiyorum. Bağırmak istiyorum. “Baba gel artık! Gel de kavganızı dinlerken kendimi zorla uyutmaya çalışayım. Gel de rahat girebileyim şu yatağa. Gel diyorum baba yarın sabahın köründe dersim var.‘’ Sonra. Sonra ben bunları içimden saydırmaya devam edecektim ki bir ses bölüyor her şeyi. Her şeyi ama. Daha neyden, kimden geldiği bile belli olmayan bir ses yaşamı ikiye bölebilir mi ? Hem nedir ses? Mutfak tarafından gelen şeye de ses diyebilir mi biliminiz? Bir şeyler ikiye bölündü diyorum. Sağlam dişlerin taze bir elmaya attıkları ilk ısırık gibi net bir ayrışma. Bir şeyler ikiye bölündü diyorum. Bir beden bu kadar sesli bir şekilde ikiye bölünebilir mi? Bir bardak. Belki bir tabak yemek. Ses mutfaktan geldi. Annem mutfakta olamaz, salonda olmalı. Belki pencere açık kaldı ve sert bir rüzgar devirdi masanın üzerindekileri? Bir şey düştü diyorum size, düştü ve ikiye ayrıldı sanki.
Merakla adım atmaya başlıyorum mutfağa doğru. Annemdir diye düşünmüştüm ben, yanılmışım. Bu benim. Mutfakta anneler intihar eder, kızları odalarında. Ne işim var benim mutfakta? Neden bu küçük, yağlı ve turuncu dolaplı mutfakta? Elleri çamaşır suyu kokan kadınların cinayet mahalidir mutfak, o kadınların kızları ise odalarının dilsiz duvarları içinde öldürürler kendilerini. Ellerimin çamaşır suyu kokmadığına eminim ama kan içindeler. İşte o an, kendimle hiç duymadığım kadar sahici bir gurur duyuyorum. Üzerine düşünmüşüm belli. Mutfakta ve mutfak masasının üzerinde ölmek. Yine de bu kadar sıradan ölmek istemezdim. Tavandaki kancadan masanın üzerine düşen kanlar içindeki bedenime bakarken son anımı hatırlamaya çalışıyorum.
Yoo bunu anlayamazsınız. Bunu anlatamam. Bu kendine aynadan bakmak gibi bir şey değil. Bunun kendine bakmakla hiçbir alakası yok. Benim baktığım çok sevilen bir dost, sırdaş olduğun, ağladığın ve güldüğün eski bir tanıdık. Ölü bir tanık her şeye. Kendime bakıyorum da ne kadar da erken ölmüşüm. Şimdi tüm bu yazdıklarım bir kurgudan ibaretse eğer hangisi benim? Pencerenin önünde bekleyen kadın mı yoksa mutfağında kendini asan kadın mı? İkimizde aynı kişi sayılır mıyız? Bu öykü böylece bitmek zorunda mı? Başka sonlar mümkün müydü? Mümkündü. Her yazı yeni bir dünya ve her son aslında başka bir şeyin dönüşmüş hali. Öyleyse yazarak dönüştüreceğim. Ve bu öykü diğer sefere böyle bitmeyecek.