Çivit mavisi yün
Bir yün sipariş etmiştim, onu almaya gidecektim tuhafiyeye. Çivit mavisi. “Dikişsiz yelek nasıl örülür?” konulu bir program izlemiştim. Deneyeyim bakalım nasıl olacak dedim kendi kendime de ondan niyetlendim. Bizim buradaki tuhafiyede çok çeşit bulunmuyor ne yazık ki. Sipariş verirsen, birkaç güne getiriyorlar ama. Hava nasıl sıcak, yatmadan bir kez daha duş almam gerekecek belki de. İyice yapış yapış olmamak için yürümek istemedim, durması için dolmuşa elimle işaret ettim.

Bir gözünü kapatıp bakarsan eğer, iki parmağının arasına sıkışabiliyor dünya. Yıldızlardan medet umduğum zamanlarda öğrenmiştim. Dilek tut, yıldızı avucunun içine al, bıraktığında göz kırparsa dileğin kabul olur. Elbette ki göz kırpmazdı. Neyse. Meselemiz bu değil. Taze fasulye almıştım pazartesi pazarından. Yarım kilodan fazla, bir kilodan az ayşekadınlar… Bu ölçüyü annemden öğrenmiştim. Kendimi anneme en çok pazar alışverişi yaparken benzetmişimdir hep, ne acı… Fasulyenin kilosu da epey pahalı bu aralar. Uçlarını kırdım, bir güzel ayıkladım. Zeytinyağlı yaparım genelde. Benim fasulyemin üstüne tanımadıklarını söyler yiyenler ama bence bu kocaman bir yalandır. Ha, el lezzeti denen bir şey var sahiden o ayrı. Bir yıldız falında işe yaramadı o her işe yarayan eller ya, neyse. Altını kapattım ocağın, fasulye dinlenedursun ben de o arada bir duş alayım dedim. Pazardı, yemekti derken pazen elbisem sırılsıklam olmuş terden. Çabucak yıkayıverdim kendimi, gelişigüzel. Ilık su vücuduma sabırsızca yayıldı. Göbeğimin üstündeki tüylerden de minik bir patika çizdi. İçimden, küçük bir kız çocuğu olup, o patikadan hoplayıp zıplamak geçti. Yan daireden müzik sesi geliyordu. Sezen Aksu’dan Rakkas çalıyordu. Yıkanmam, üst üste iki Rakkas kadar sürdü. Bir de sigara içtim banyoda. Annem gelince sabunun ve sigara dumanının o enteresan karışımından rahatsız olsun diye içtim. Sinir olsun. Siniri onu diri tutar, beni de daha bir görünür kılar. Temiz bir elbise geçirdim üstüme duştan sonra, saçlarımı hafiften kuruttum makineyle. Yaz sıcağında kurutma makinesi hiç çekilmiyor ama sağ olsun benim sinüsler yaz kış dinlemiyor. Önden iki tutamını bıraktım ve ördüm. Akşama açınca dalga dalga olur öyle yaparsan, ne güzel… Bir iki saniye aynadaki aksime baktım çıktım evden.
Bir yün sipariş etmiştim, onu almaya gidecektim tuhafiyeye. Çivit mavisi. “Dikişsiz yelek nasıl örülür?” konulu bir program izlemiştim. Deneyeyim bakalım nasıl olacak dedim kendi kendime de ondan niyetlendim. Bizim buradaki tuhafiyede çok çeşit bulunmuyor ne yazık ki. Sipariş verirsen, birkaç güne getiriyorlar ama. Hava nasıl sıcak, yatmadan bir kez daha duş almam gerekecek belki de. İyice yapış yapış olmamak için yürümek istemedim, durması için dolmuşa elimle işaret ettim.
Yol boyu gözlerimi camdaki aksimden ayırmadığım için yanıma oturup kalkanları göremedim. Bazen aksimi görüp rahatlamak isterim, affedin. Dünyada oluşumun basit ama can alıcı ispatı… Belki yanıma, uğruna saçını kestirdiğiniz adamlardan biri oturmuştur. Siz buna aşk acısı demişsinizdir, bense ortada isim verilecek bir mesele dahi görmemişimdir. Belki de yanımdan, temiz çamaşırlarınızın üzerine halılarını silkeleyen komşunuz geçmiştir. Hani geçen gün kavga etmiştiniz… Yansımamdan gözlerimi, gözlerimdeki elemi aramaktan kaçırmışımdır tüm bunları. Beni yansımalara muhtaç bırakanlara da alelacele bir selam yollamışımdır. Anı anıyı açmıştır bu arada. Öyle olur çünkü. İç ses bir türlü kapatmaz eski defterleri. Anneler yaşlanmış, memleketin dört bir yanında çocuklar aynı anda ağlamaya başlamıştır. Akıl almaz, yürek dayanmaz bir gürültü… Bense her gece uykularımdan yüksek bir yerden düştü düşecekken uyanmışımdır ve bilim de buna küçük çaplı bir kalp krizi demiştir. Muhakkak ki, kızmışımdır. Bilim de ota boka karışmasın istemişimdir. Rüyada bile olsa bedenini yüksek bir yerden boşluğa bırakmak büyük bir cesarettir ve bu cesarete şapka çıkarılsın istemişimdir. Acı can yakmamaya başlamış ve belki de en çok bu acıtmıştır. Bağışıklık kazanmak böyle bir şey mi? Ben, canımı en çok acıtanı bulmak için hafızamı geriye sararken böğrümü ateş basmıştır. Yani öyle şeyler olmuştur herhâlde. Cama çıkıp da biraz hava alabilsem keşke. Zincirleme hatırlama tamlaması işte.
Dudağımda yine bir ıslaklık. Sürekli dudaklarımı kemirdiğim için yemek yeme ihtiyacı hissetmiyorum. Kilo vermek isterseniz bunu bir diyet olarak uygulayabilirsiniz. Baksanıza belime, incecik. Boynum deseniz upuzun, hemcinslerimi kıskandırır. Fransız kadını tipi varmış bende, öyle der bazıları. Formülü de çok basit esasen, iyisi mi ben kısaca anlatayım. Ne diyorduk, dudakları kemirmek… Konuştuğunuz esnada dudağınıza takılan kelimeler önce biraz kana bulanır. Sonra kıpkırmızı rengi ve bir şeye benzemeyen tadıyla karşınızdakinin suratına çarpar. Aklınızın kaldığı ve bedeninizin bulunduğu yerlerin arası uçurum olabilecek kadar çok açılır. Zihninizin içindeki sesler, o uçurumda asil intiharlar tahayyül eder. Siz de bu sırada zarif bir bedene kavuşmuş olursunuz. Zarafet ne güzel kelime. Bir kokusu olsa muhakkak tarçını anımsatırdı. Yaz, tarçın kokan kelimeleri kan kokan diyetlere dönüştürüyor. Bizler, kendi dehlizlerimizde kayıp parçalarımızı ararken daha çok parçamızı kaybedeceğiz, öyle görünüyor.
Varı yoğu satıp buralardan gitmekten bahsediyor arkamdaki kadın. Yokluk satılabilecek türden bir şeyse gidebilir. Misal, benim yokluğu süsleyip püsleyip varmış gibi göstermekten canım çıktı. En sevdiğim çiçekli kumaşlar bile dile geldi, şikâyet eder oldu. Yalnız olduğu hâlde yalnız değilmiş gibi davranan insanlar var ya, yokluk biraz o insanları andırıyor. Ne giyerlerse giysinler, her şey üzerlerinde eğreti duruyor. Ve o insanlar, mutlu sonlardan sonrasını katiyen merak etmiyor. İyice baksalar aslında, sonrasında mutlaka bir keder vardır. Zalime karşı mazlumların kazanamadığı masallar vardır. Benim neyim var? Adı çamaşır deterjanına benzeyen antidepresanlarım, rengârenk yünlerim, basma kumaşlarım. Kirli sepetini andıran bir dünyada yaralarımı üfleyerek iyileştirmeye çalışıyorum. Elimdeki papatya, papatya oluşuna aldırmadan sürekli “sevmiyor” diyor bana fallarda. Bense hâlâ en sevdiğim çiçek sorulduğunda papatya yanıtını veriyorum. Feraye. Ah Feraye. Senin bu saflığın, demir görünümlü zavallılığın dışarıdan bakanların bile içini sızlatıyor… Vefam, hüznümü çiçek gibi kurutuyor. Sanrılarım baş döndürüyor. Tanrı ipi boynuma geçirmiş, son hamleyi de bana bırakıvermiş. İnanın, ben bu cüretten korkarım. İp boynumda, yüreğim ağzımda bekliyorum. Yüreği ağzında yaşanır mı, böylesine yaşamak denir mi? İçim ölmüş de kırkı bile çıkmış sanki. Yaşayan bir ölüden farksız olan bedenimi kim, ne yapsın? Ölüye bile kırk gün ağlanır, bana kim, neden ağlasın?
Anıların cehennemden farkı yokmuş, anladım. Yeryüzünde mi, gök kubbede mi, rüyalar âleminde mi, öteki tarafta mı yaşıyorum bir çözemedim ki. Nereden bakarsan bak Araf. Bu kelimenin bir rengi olsa muhakkak siyah olurdu. Hissedebilseydi eğer, hâletiruhiyesi mütemadiyen melankoli olurdu. Ben bu dünyaya bir kadın olarak gelmeseydim eğer mutlaka bir şarkı olurdum. Acıya dokunamadığım için biraz eksik olurdum. Benimki acıya dokunmak değil, acıyla bir bütün olmak çünkü. Uzaktan bakıldığında dünya üzerinde bir leke gibi değil de asaletli bir tını gibi dururdum belki. Ne havalı bir dönüşüm ama!
“Uygun bir yerde inebilir miyim acaba?”